Makro planlarda öngörülenin gerçekleşebilmesi, mikroda kurum ve bireylerin nasıl pozisyon alacaklarına bağlıdır. Ekonomi, deterministik bir bilim dalı değildir. Önceden öngörülen değerlerin elde edilebilmesi olasılıktan başka bir şey değildir. Makro denge beklentileri, doğru yapılmış mikro analizlere dayanmıyorsa, olasılık yerini hayale bırakır. Bana göre söz konusu program sağlıklı mikro analiz verilerinden yoksundur. Başka bir deyişle piyasalara yabancıdır.
Çok lafa gerek yok. Bir ülke kamu gelirlerini, kamu giderlerini karşılayacak düzeye getirmek, açıklarını ise borçlanarak kapamak zorundadır. Ancak, ne gelir, ne de gider amaç değildir. Amaç, bu araçları toplumun menfaatleri doğrultusunda kullanmaktır. Gideri nereye harcadığın, geliri de nasıl yarattığın önemlidir. Kısacası, devlet toplumun parasını, yine toplum için harcayan bir mekanizmadır. Bu fonksiyonu yerine getirirken verimli olmak ön koşuldur. Verimliliğin ölçüsü ise ülkenin yaşam standardının çağdaş medeniyet seviyesine olan mesafesidir. Türkiye az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler arasında yer aldığına göre, gelişmiş ülkelere oranla çağdaş medeniyet seviyesine uzak ve yaşamı verimsiz proses eden bir ülkedir.
Ülkeler, şirketler gibi iflas ederek batmaz. Başka bir deyişle yok olup gitmez. Haritada yerini muhafaza eder. Ancak, giderek fakirleşir. Ülkeler fakirleşerek batar. Türkiye de on yıldır yükseltemediği kişi başına 3000 dolar gayri safi milli hasılasını büyük bir gayretle 2500 dolara düşürerek batmıştır. Yunanistan, aynı sürede 3000 dolar kişi başına gayri safi milli hasılasını 10000 dolara çıkarmıştır. Bazı vatandaşlarımız kendi aralarında "ne ülke kardeşim yediler, yediler batıramadılar" diye üstü kapalı batmaz ülke sevincini yaşarlarken yanılgı içerisindedirler. Çünkü, ülkelerin batmasının fakirleşmek olduğunu bilmemektedirler.
Türkiye ekonomisi 75 yıldır yanlış kurgulanmış ve tüm kesimlere, özellikle dar gelirli vatandaşlara bedelini ağır ödedikleri bir yaşam üretmiştir. Türkiye ekonomisi günümüzün kriterleri ile değerlendirildiğinde yoktur. Var olduğu söylenilen sektörlerin hemen tamamı illüzyondur. Kamu sektörü aslında yoktur. Tarım sektörü aslında yoktur. Bankacılık sektörü, turizm sektörü, tekstil sektörü, medya sektörü, otomotiv sektörü, eğitim sektörü, sağlık sektörü, inşaat sektörü aslında yoktur. Devlete, dolayısıyla halkın cebindeki paraya muhtaç olmadan ayakta durabilen tek bir sektör yoktur. Örnek mi istersiniz: Turizm sektörü, kendi vatandaşlarını tesislerinde turistin ödeyeceği bedelin en az iki misli fiyatına ağırlar. Kısaca, halk, dövizi zarar ederek getiren tesislerin açıklarını konaklarken doğrudan, sübvansiyonlarla da dolaylı yoldan karşılar.
Sürekli dilimizde dolaşan ve son yıllarda hemen her sahada gelişmenin anahtarı olarak gösterilen sihirli kelime; rekabet. İlk bakışta herkes tarafından kolayca tarif edilebileceği zannedilen ancak, biraz düşünülünce derin anlam yüklendiği ve tanımlanmasının hiç de kolay olmadığı anlaşılan bir kavram, daha çok da bir yöntem. Doğru tanımlamaya yaklaşabilmek için, önce rekabet ortamını yaratan aktörleri irdelemek gerekir. Rekabet ortamında başlıca üç aktör vardır. Hizmet alan: tüketici, hizmet veren: üretici ve alternatif hizmet sunan: rakip.