Ekonomik Programın Mikro Analizi Yok

Makro planlarda öngörülenin gerçekleşebilmesi, mikroda kurum ve bireylerin nasıl pozisyon alacaklarına bağlıdır. Ekonomi, deterministik bir bilim dalı değildir. Önceden öngörülen değerlerin elde edilebilmesi olasılıktan başka birşey değildir. Makro denge beklentileri, doğru yapılmış mikro analizlere dayanmıyorsa, olasılık yerini hayale bırakır. Bana göre söz konusu program sağlıklı mikro analiz verilerinden yoksundur. Başka bir deyişle piyasalara yabancıdır.

Programda mali ve reel sektör ilişkisi doğru dillendirilmiştir. Bankacılık sektörünün, reel sektörün kaynak ihtiyacını düzenli olarak karşılayacak şekilde rehabilitasyonu amaçlanmaktadır. Hem sermaye yapılarının güçlendirilmesi, hem de spekülatif davranışlara neden olan unsurların eşanlı ortadan kaldırılması çabaları olumlu girişimlerdir. Ancak, reel sektörün rehabilitasyonuna ilişkin herhangi bir bahis yoktur. Tekel yasalarının düzenlenmesi, özelleştirme engellerinin kaldırılması ve serbest pazar koşulları içerisinde gelişecek güçlü bir özel sektör ile denetim ve regülasyon görevlerini üstlenecek devlet tanımı yeterli değildir. Verimli büyüyecek bir ekonomi istiyorsak, ülkenin siyaset yapma biçimi yanında, reel sektörün rekabet etme biçimi de değiştirilmelidir.

Uzun yıllar kapanan bir ekonomide reel sektörün rekabet gücü giderek zayıflamıştır. Bir ülkenin devalüasyon yaparak, ihracat ve turizm gelirlerinde artış beklemesi son derece düşündürücüdür. Kısacası, Türkiye ihracat yapmak için fakirleşir ya da fakirleşerek ihracat yapar. Bu konuda, kendisi gibi fason üretim yapan üçüncü dünya ülkeleri ile aynı kaderi paylaşır.

Şimdi soruyorum. Yüzde 120 faiz ile elde ettiği kaynağı yüzde 55 ile esnaf kesimine aktaran zihniyeti yargılıyorsak! Türk parası değerlenince ihracat yapamaz hale gelen sektörlere verilen sübvansiyonları ve düşük faizli Eximbank kredilerini neden yargılamıyoruz? Bu destekler giderek yardıma ihtiyacı olmayacak sektörler yaratmak için başlamıştı, yirmi yıldır bitmedi ve işe yaramadı. Yöntemi sorgulamak gerekmez mi?

Turizm gelirleri de aynı durumdadır. Türk vatandaşlarının iki, üç misli fiyatlara kaldıkları yerlerde, yabancılar üç kuruş, on paraya beş yıldızlı tatil yaparlar. Bu koşullarla döviz getirebilen işletmelerin zararları, doğrudan konaklama ücretleriyle ve dolaylı olarak da düşük faizli sektör kredileriyle halkın cebinden karşılanır. Kendinden menkul değerlerle cennet ilan ettiğimiz sahillerde, özel teşviklerle kurulan tesislerin yıllardır halkın sırtından inememiş olması, bir şeylerin yanlış yapıldığını göstermiyor mu?

Devalüasyon yaparak, ülkenin ihracatları artsaydı, her ülke parasının değerini sürekli düşürürdü. Oysa, dünya üzerinde ihracatı artan ve ihracat dağılımında aslan payını alan ülkeler, eşanlı olarak parası değerlenince sevinen ülkelerdir. Bu ülkeler, teknoloji üreten/satan, marka sahibi başka bir deyişle "değer" üreten gelişmiş ülkelerdir. Türkiye gibi parası değerlenince üzülenler ise marka sahibi gelişmiş ülkelere "ürün" üreten, bu amaçla teknoloji satın alan, sözgelimi gelişmekte olan ülkelerdir. Dünya, değer ve ürün üreten ülkeler olarak ikiye ayrılmıştır.

Geçmiş örneklerinden farklı olarak yapısal değişim içeren bir ekonomik programda Türkiye'nin "ürün" üreten üçüncü dünya ülkeleri arasından çıkıp, "değer" üreten gelişmiş ülkeler arasına girme sürecinin öngörülmesi gerekmez mi? Reel sektörün bu yönde nasıl terbiye edileceğine yardımcı olacak mikro analizlerin yapılmış olmasını beklerdim. Bu, benim program hazırlanmadan önce kaygı duyduğum eksikliktir.

Kriz esnasında reel sektörden bir davranışı örnek verelim. Önde gelen bir sanayicimiz ve daha sonra da TÜSİAD Başkanı, krizin uzun sürmesi halinde yerli yatırımların yok pahasına yabancılara satılacağı konusunda hükümeti uyardı. Belki ileride, kriz esnasındaki zararlarını karşılamak için aynı söylemle destek de isteyeceklerdir. Oysa, bir işletme krize düştüğünde ya da düşürüldüğünde, özsermayesi ile ayakta duramıyorsa, en doğru olanı hisselerinin satılmasıdır. Diyelim ki, tesisler kriz öncesi değerinin altında yabancı kuruluşlara gitmiştir. Üzücüdür ama kaybeden ülke değil tesislerin sahibidir. Ülke, aksine ekonomiye yük olmaya aday makine ve taş yığınından kurtulmuş, söz konusu tesisi çalıştırmak için yurtdışından gelecek yabancı sermaye, know-how ve teknolojiye kavuşmuştur. Ülkeyi ilgilendiren bu tesis için mal sahibine ödenecek tutardan çok çalışamayacak duruma gelen bir tesisin yabancı sermaye ile ülke ekonomisine kazandırılmış olmasıdır. Buradaki serzeniş, uzun yıllar kapalı ekonomi içerisinde korunmaya alışmış özel sektörün devletle pazarlık yapma alışkanlığının yansımasıdır.

Kamu ve mali sektörü yeniden yapılandırırken, reel sektörün rekabet düzeyini yükseltemezsek, bu programın sonunda, kamu sektörünün kara deliklerinden kurtulup, özel sektörün deliklerine halkın parasını akıtmaya devam ederiz.

Kemal Derviş ve ekibinin sokaktaki insanın ekonomik özgürlüğü ile ilgili görüşlerini en kısa sürede açıklaması gerekir. Türk vatandaşları, kendi ülkesi dışında üretilen ürün ve hizmetlere sahip olmak için gerçek fiyatlarından daha fazla bedeller ödemeye devam edecekler mi? Başka bir deyişle, Türkiye ekonomisi Avrupa'nın son sosyalist ekonomisi olma özelliğini devam ettirecek mi? Yoksa, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sınırlarını ticarete daha fazla açarak, dünya ile rekabeti iç pazarında göğüsleyecek mi? Reel sektörün rekabet düzeyini yükseltirken, sermaye oluşumuna ve rekabete yardımcı olacak, kazanca dost bir vergi sistemi kurulacak mı?

Bu soruların cevaplarının ve izlenecek yöntemlerin kamuoyuna açıklanması gerekir ki, piyasa demokrasisinden hükümetin ne anladığını, bu konuda nelerin değişeceğini ya da değişmeyeceğini anlayalım.