Marka olmanın kazandıracağı ayrıcalık; farklı ve üstün algılanmaktır. Marka olmaktan pozitif katkı anlaşılır. Markanın yansıttığı kimlik, taşıdığı ürün veya hizmete artı değer katmalıdır. Kötü şöhreti olan, başka bir deyişle, negatif etki yaratan bir markanın, marka olup olmadığı tartışılır. Böyle bir markaya ya yatırım yapılmaz, ya da zihinlerde bıraktığı imajın düzeltilmesi için olağanüstü çaba harcanır.
Türkiye İhracatçılar meclisi Başkanı Sayın Oğuz Satıcı’ nın geçtiğimiz hafta basına verdiği bir beyanatta “bundan sonraki temel kavramlarımızın başında kar gelecek. Keşke biz 40 Milyar dolar ihracat yapıp hiç kazanmayacağımıza, 30 Milyar dolar ihracat yapıp 10 Milyar dolar kazansak, bu borçlarımızı ödememize daha çok yarar sağlar” demiş. Ben yıllardır bunu söylüyorum. TİM Başkanının da bu rasyoneli dile getirmesi gecikmiş ama önemli ve bir o kadar da gerçekçi bir hedeftir. Umarım, ihracatçıların tamamı bu hedefi benimser ve gereğini yerine getirir. Ben gereklerinden biraz bahsetmek isterim;
Türkiye’nin dünyaya, bölgesine ve komşularına yönelik uygulamaya çalıştığı siyasi ve ekonomik stratejileri nelerdir ? Sabaha kadar düşünün bulamazsınız, çünkü yok. Buradaki temel soru neden yok değil, neden olamazdır?
Açık ekonomiyi benimseyen, sınırlarını ticarete açmış ülkelerde, uluslararası pazarlarda rekabet etme deneyimi kendi pazarlarında kazanılır. Sınırlarını ticarete koşullu açan ülkelerde ise bu deneyim kısıtlı kazanılır. Kapalı ekonomilerde ise kazanılmaz.
Tüketici, yeni ürünü marka sahibinden bekler. Markası olmayanlar yeni ürün geliştirmek isterlerse, tüketicinin beklemediği bir ürünü pazara sundukları için satamazlar. Kısacası, yeni ürün geliştirmek, yeni moda yaratmak, tüketiciler tarafından marka sahiplerine verilmiş haklardır.
Marka sahibi ile tüketici arasındaki bu kontrat, tüketicinin en sağlam yeri olan beyninde ve kalbinde saklıdır. Benzetmek gerekirse, sadece marka sahipleri tüketicilerin beyinleri ve kalplerinde satın aldıkları arazilere inşaat yapabilirler. Taşeronlar ise marka sahiplerinin izni olmadan yapamazlar. Bu nedenle, Türkiye’de üreticiler ya marka sahiplerine fason üretim yaparlar, ya da marka sahiplerinin pazara sunduğu yeni ürünlerin patentlerini alarak (!) benzerlerini üretirler.