Türkiye Ekonomisi Zarar Üretiyor

Sabahları işime gelirken genellikle Açık Radyo’nun açık gazete programını, konuşmacıların kendi aralarında ne söylediklerini duymak için sarf ettiğim gayretten yorulana kadar dinliyorum. Bunlardan birinde, Çin hükümetinin almak istediği, üretimi yarım bırakılmış uçak gemisinin boğazdan geçişi konu edildi. Gerçekleşirse, yaklaşık 2 milyon Çinli bu geçişi seyretmek için gelecekmiş. Her biri 1000 USD harcasa, 2 Milyar USD’ döviz beklenmeyen turizm geliri olarak, bir haftada Türkiye’ ye girecekmiş. 

Bilinmeli ki hem ihracat, hem de turizm gelirleri böyle hesaplanıyor. Şu kadar turist geldi, bu kadar döviz girdi. Ya da bu yıl şu kadar ihracat yapıldı, bu kadar döviz elde edildi. Hiç kimse turistin harcadığına sevindiği dövizi ile hangi hizmetleri satın aldığını ve bu hizmetlerin maliyetlerini hesaplamıyor. Hiç kimsenin, ihracatı yapılan mal ve hizmetlerin maliyetlerini hesaplamadığı gibi.

Yukarıdaki örneğe devam ederek, 1000 USD harcayacağı varsayılan turistin, bu bedel karşılığı alacağı hizmetlere bakalım. Uçak geliş/gidiş biletleri, transferler, yemek, otel vs. Bu hizmetlerin maliyetleri 1000 USD altında ise, Türkiye söz konusu turizmden aradaki fark kadar kazançlı, değilse zararlıdır. Gelin görün ki, Türkiye ortalama olarak sürekli zarardadır. Bu nedenle, turizmci devletin kapısından ayrılmaz. Bu nedenle, turizmci devalüasyona sevinir.

İhracat örneğine bakalım. Örneğin; İngiltere’ de biri Japon diğeri ABD iki tanınmış markanın eş ölçekli televizyon fiyatları 700-800 GBP arasındadır. İsmini vermeyeceğim Türkiye orijinli markamızın fiyatı ise 200 GBP. Eğer, ürünün maliyeti bu tutarın altında ise, Türkiye söz konusu ihracattan aradaki fark kadar kazançlı, değilse zararlıdır. Gelin görün ki, Türkiye ortalama olarak sürekli zarardadır. Bu nedenle, ihracatçı devletin kapısından ayrılmaz. Bu nedenle, ihracatçı devalüasyona sevinir.

Üretimden ne anladığımıza da bakalım. Türk tüketicisi hizmet ve ürünlerin hemen tamamını yurt dışı emsallerine göre daha yüksek bedellerle tüketir. Bunun nedeni, halen terk edemediği korumacı mantığı ve tüketimi engelleyecek boyutlara varan dolaylı vergilerdir. Yurt dışına fason üretim ve sübvansiyonla açılan yerli sanayi, iç piyasada da sınırların giderek ticarete açılmasıyla, sahip oldukları pazar paylarını kaybetmişlerdir. Finans sektörünün reel kesime özürlü olması nedeniyle kaynak bulamayan üreticiler, çareyi kamu bankalarında arar olmuşlardır. Kamu bankaları aracılığıyla da devlet yıllarca verimsizliği ve zararı finanse etmiştir. Bu nedenle üretici ve reel kesim devletin kapısından ayrılmaz. Verimli olmaya çalışan azınlık da haksız rekabet altında ezilir.

Türkiye’ de üretimi ve ihracatı destekleyelim, ayakta tutalım gibi anlamsız, içi boş sloganlarla, sanki aksini düşünenler varmış gibi toplumun kafası karıştırılır. Çiftçiye destek vermeyenler neredeyse vatan haini yerine konulur. İlgili kesimler sürekli, şu kadar döviz getiriyorum, şu kadar insan çalıştırıyorum ya da şu kadar üretim yapıyorum, şu kadar vergi ödüyorum der. Hemen hiçbiri, devletten bir kuruş yardım almadan yaptığım ihracattan şu kadar para kazanıyorum, çalışanlarımı şu kadar yılda zengin ettim, korunmadığım ortamda pazar payımı şu kadar arttırdım ve almadan devlete şu kadar vergi ödedim demez.

Türkiye verimsiz ve artı değer yaratmayan üretime, üretim dememeyi öğrenmedikçe kaosun içerisinden çıkamayacak, sapla samanı karıştırmaya devam edecektir. Rekabet edemeyenleri piyasaların ayıklamasına izin vermedikçe Türkiye ekonomisi zarar üretmekten kurtulamayacaktır.