Şirket Yönetmek
Şirketlerde yönetim paylaşılır. Organizasyonlar, rol dağılımlarını ve yetki alanlarını belirleyen esnek yapılanmalardır. Hedefler, organizasyonlar, yöntemler birbirlerine bağlı olarak sürekli değişirler. En önemli değişim ise zihinlerde yaşanır. Kurum içi eğitimler, bilgilerin güncellenmesine, yeni yaklaşımların öğrenilmesine, çalışanların kendilerini geliştirmesine kısaca, şirket olarak adlandırdığımız canlı organizmanın yenilenmesine yardımcı olur. Şirket yönetiminde “yenilenmek” anahtardır. Yenilenmenin başarı ölçüsü ise daha “verimli” olmaktır.
Şirketlerin sürekli daha verimli olma yönünde yenilenme yetenekleri, hangi rekabet ortamlarında oldukları ile doğrudan ilişkilidir. Rekabet, daha verimli olma gereğini doğurur. Mevcut yapıları, zihinleri, yetenek sınırlarını ve hedefleri zorlar. Hedefler, şirketlerin motorlarıdır. Yüksek hedefler, daha kaliteli yapılanmaları ve daha verimli sonuçları beraberinde getirir.
Tüketicilerin görece daha fazla egemen olduğu pazarlarda rekabet düzeyi yüksektir. Yüksek rekabet düzeyi, maliyetleri düşürürken, hizmet seviyelerini yükseltir. Hizmet seviyelerinin yükselmesi ile yaşam standartları ve tüketicilerin paralarının karşılığını almaları arasındaki ilişki doğrusaldır.
Türkiye’de serbestleşmesi sağlanamamış ya da sulandırılmış bütün sektörlerde iyi yönetilen şirketlerden bahsetmek yanılgıdan ibarettir. Tekel konumundaki bütün kamu kuruluşlarının kar’ları, prensipte rekabet halinde yok olacak köpüklerdir. Bu nedenle, Türkiye ekonomisinde özelleştirme, en önemli gerçekleştirilememiş aşamadır. Özerkleştirme ve teşviklerle sağlanan destekler ise sonuç getirmediği ispatlanmış yöntemlerdir. Hiç bir kurum, içinde yer almadığı rekabet ortamlarına geçiş dönemleriyle oryante olamaz.
Rekabetten kaçınmak, hasta bir yapıyı doktora göstermemeye benzer. Rekabet kaçınılmaz olduğunda ise durum hastalığın ileri safhasında doktora gözükmekden farklı değildir. Özelleştirmeyi engellemek, ithalata kısıt getirmeye çalışmak, olmadık teşvikler için devlete sığınmak v.b. Türkiye ekonomisinin sağlıklı büyümesinin önündeki engellerdir. Bu imtiyazları elde eden şirketlerin yönetildiğinden (management) değil ancak, idare (administration) edildiğinden bahsedilebilir. Türkiye, kendinden menkul engellerle zihinsel devrimini gerçekleştirememekte ve şirketlerinde “idare” den “yönetim” aşamasına geçememektedir.
Genellemek haksızlık da olsa, özellikle kamu şirketlerinin hakim olduğu bir çok sektörde devam eden irasyonel ortamlardan, bütünün olumsuz etkilendiği açıktır. Böyle bir ekonomide iyi yönetilen şirketler marjinal kalır. Kurum içi eğitim için ayrılan bütçelere, bilimsel kongrelerin kalitesine, sözde uzmanların(!) çokluğuna, toplumun eğitim düzeyine ve daha bir çok göstergeye bakıldığında, Türk şirketlerinin yetenek sınırları hakkında iyimser olunması olanaksızdır. Bu tespitimiz bazı iyi gelişmeleri de yok saymaz.
Sendikasyon almamakla(!) övünen bankaları, halka açılırken elde edeceği gelire ihtiyacı olmadığını(!) beyan eden şirketleri gelişmiş pazarlarda göremezsiniz. Söz konusu tespitlerde bulunan şirketlerin de iyi yönetildiğini söyleyemezsiniz. Kredibilitesi ve büyüme potansiyeli yerine öz kaynaklarıyla övünmek, tüketicilerin egemen olduğu, sürekli yeni ihtiyaçlara yatırım yapılan piyasa ekonomilerine yabancılaşmış eski versiyon davranışlardır. Gücün değil aksine yönetim zaafınının göstergeleridir.
17 aralık 2004’de büyük bir olasılıkla AB’nin öngöreceği müzakere sürecinde, Türkiye’nin önündeki en önemli değişim pazarların rekabet yapısında yaşanacaktır. Buna bağlı olarak, şirketlerin yönetim anlayışları ve yönetici profilleri hiç olmadığı kadar değişecektir.
Gelecek on yıl içerisinde, bugün izlediğimiz TV dizileri, sinema filmleri, bilimsel konferansların içerikleri, konuşmacıların nitelikleri, akademik eğitim düzeyi, gazeteler, yorumlar, reklamlar ve diğerleri ; değişecek olan beğenilerimiz, tercihlerimiz, anlayış ve kabullerimiz nedenleriyle değişeceklerdir. Bütün bunlar ülkemiz için geç kalmış değişimlerdir.