Mevduata Devlet Garantisi İyi Niyetin Ürünü Değil

TMSF' ye hangi banka alınırsa alınsın tartışılacak soru işaretleri olacaktır. Bir bankanın ekonomik yaşamını sürdüremeyeceğine piyasalar üstünde bir kurumun karar verdiği her ortamda bu kaçınılmazdır.

Olması gereken, sınırsız mevduat garantisinin kaldırılması ve başarısız olan bankaların iflas ederek piyasalardan çekilmesidir. Elbette BDDK veya benzeri kurumlar, bankacılık gibi halkın tasarruflarının değerlendirildiği sektörleri denetleyecekler ve düzenleyeceklerdir. Şeffaf raporlarla, sonuçları hem kreditörlerle, hem de müşterilerle paylaşarak, bankaları doğru çalışmaya zorlayacaklardır. Kendini düzeltemeyenler kaynak ve müşteri bulamayarak pazarda yer almaya devam edemeyeceklerdir. Bu durumda, hak etmeyenlerin "devlet garantisi" kalkanıyla mevduat toplaması önlenecek ve topluma maliyetleri artmadan oyunu terk etmeleri sağlanacaktır.

Türkiye, ısrarla sürdürdüğü mevduat garantisi ile hem iyi bankaların pazarını haksız rekabetle küçültmekte, hem de kötü niyetli gereksiz sayıda bankanın sektöre girmesine neden olmaktadır. Sermaye yapısı bozulan bankaların TMSF' ye devrinden sonra ortaya çıkan maliyeti ise sözde korunmaya çalışılan mevduat sahipleri ile söz konusu bankada bir kuruşu olmayan vatandaşlar birlikte ödemektedirler.

Mevduat garantisiyle halkın tasarruflarının korunduğu iddiası doğru değildir. TMSF devraldığı bankalara Hazine'den ne kadar fon aktarıldığını kamuoyuna açıklarsa, Türk halkı bankacılık sektörünü kurtarmak için ödediği bedelin ne kadar yüksek olduğunu anlayacaktır. Gelişmiş ekonomilerde yer almayan mevduat garantisi ve benzeri sözde koruma tedbirleri, azgelişmiş ülkelerin kötü niyetli ya da bilgisiz yönetimlerinin ürünleridir.

Mevduata devlet garantisi, siyaseti finanse etmek isteyen tüm politikacıların ortak aklıyla muhafaza etmeye çalıştığı bir yöntemdir. Kendi ayakları üstünde duran bir bankaya ne siyasetinizi finanse ettirebilirsiniz, ne de devlet tahvillerini sorgusuz satabilirsiniz. Burada yapılmak istenen var olan kamu bankaları yanında, hükümetlere bağımlı özel sektör kasaları yaratmaktır. Şubat 2001, kasaların bu yöntemle doldurulmasının ve boşaltılmasının son kullanma tarihi olmuştur.

Daha önceki yazılarımda Türkiye ekonomisinin bir illüzyon olarak kurgulandığını söylemiştim. Türkiye'de devlet kendi ayakları üzerinde durabilen kurumları ve bireyleri değil aksine, kendisine bağımlı, manipülasyona aday kurum ve bireyleri tercih etmektedir. Daha sonra kimin kime bağımlı kaldığı da tartışılır.

Türkiye bu illüzyon ortamında doğal olarak büyüklük ekonomisi yaratamamıştır. Sınırların ticarete açıldığı, tüketicilerin globalleştiği günümüzde, ulaşım, iletişim, enerji, bankacılık ve sigortacılık gibi yatırımlar Türk girişimcilerinin boylarını aşmaktadır. Söz konusu sektörlere, dünyada uzmanlaşmış ortaklarla işbirliği yapmadan girmiş olanların pazarlarında tutunmaları olanaksızdır.

Açık ekonomilerde rekabet edebilmek için bazı dönemlerde kazançların üzerinde yatırım yapmak gerekir. Sağlıksız borsa verileri nedeniyle piyasa değerleri belirsiz olan Türk şirketlerinin dış kredi bulmaları zordur. Yerel kaynaklar da bu yatırımların sürdürülmesine yetmez. Samimi ve bilgili bir devletin özelleştirme yaparken ya da yatırım izni verirken bu gerçekleri gözetmesi gerekir. Ne yazık ki, Türkiye gibi olumsuz sonuçların halka ödetildiği azgelişmiş ülkelerde, devlet bu kaygıları yaşamaz.

Bu bedelleri ödememek için halkın, devletin garantör olduğu tüm oluşumları sürekli sorgulaması gerekir. Mevduata devlet garantisi gibi bir çoğunun kendisinin aleyhine olduğunu görmesi zor olmayacaktır.

Sorgulama ve değerlendirme yönünde bilinçlenen ve yetenek kazanan bir toplum sözde babacan devletin arka bahçesinde yer almaktan başka bir deyişle, kendisi aleyhine kurgulanan illüzyon ortamlarında figüran olmaktan kurtulabilir.

Değerli okuyucularım sizleri koruduklarını söyleyenleri iki defa sorgulayın.