Küreselleşme
Küreselleşme, daha iyi bir dünya yaratamadı. Aksine, dünyanın sorunlarını ve gelir dağılımı adaletsizliğini büyüttü. Küreselleşmeden yararlanabilecek beşeri sermayeye sahip olanlarla, yararlanamayanlar arasındaki sınıfsal fark derinleşti ve küreselleşmenin, herkesin yararına olacağı iddiası geride kaldı.
Ne var ki, küreselleşme ben almayayım denilebilecek bir olgu değildi. Kapsayıcı ve baskın karakteri ülkeler üzerinde sürü etkisi yarattı.
Küreselleşmenin tarihsel gelişimini 20. Yüzyılın başlarına, kimilerine göre daha öncelere götürmek mümkündür. Bu yazımda, günümüzü anlamak ve değerlendirmek için 1978’de ilan edilen ve küreselleşme ile eşanlamlı anılan Birinci Nesil Washington Uzlaşmasıyla başlayan dönemi ve ilişkili kuramsal gelişmeleri analiz etmeye çalışacağım.
Birinci Nesil Washington Uzlaşması, ABD’nin öncülük ettiği G8 ülkelerinin onayladığı 10 Madde; Mali Disiplin, Vergi Reformu, Kamu Harcamalarının Düzenlenmesi, Döviz Kurlarına Müdahale Edilmemesi, Finansal Serbestleşme, Ülkeler Arasında İktisadi Sınırların Kaldırılması, Özel Mülkiyet Haklarının Korunması, Deregülasyon, Sermaye Akışkanlığı ve Serbest Piyasa Ekonomisi Kurallarının geçerliliği olarak özetlenebilecek bir önermedir. Neo-Liberal iktisat politikalarının 1980 sonrasında tekrar dünyaya egemen olmasına ait ilk geniş kapsamlı açılımdır(Rodrik D.).
Türkiye, 24 Ocak 1980 tarihinde “24 Ocak Kararları” olarak anılan ekonomik program ile gelişen ülkeler arasından ilk sıralarda küresel ekonomiye Entegre olmak için adım atmış ve 01 Ocak 1996 tarihinde kabul edilen Gümrük birliği kararıyla da konumunu ileriye taşımıştır.
Görüleceği gibi küreselleşmenin “açık toplum ve açık ekonomi” öneren piyasa ekonomisi gerekleri ile uyumlu ekonomi anlayışı; kapitalizmdir.
Modern iktisadi düşüncenin kapitalizm ile birlikte başladığı ve devindiği kabul edilir. İktisadın bilim karakteri kazanması “Klasik İktisat” ile başlamıştır. Öte yandan, klasik iktisadın da kapitalizmin ilk bilimsel tahlili olduğu düşünülür. İktisat söyleminde kapitalizm sözcüğü görece örtük tutulmuş belki de daha Nötr ve bilimsel bir çağrışıma yol açtığı düşüncesi ile “piyasa ekonomisi” deyimi ön plana çıkartılmıştır. Klasik İktisat ilk piyasa ekonomisi tahlilidir. Bu çözümlemenin dönemin bilimsel düşüncesine temel oluşturan “doğal düzen” anlayışından ciddi ölçüde etkilendiği söylenebilir(Berksoy T.).
1929 buhranında Klasik İktisat düşüncesi ağır yara almış ve egemenliği ciddi ölçüde sarsılmıştır. Neo-Klasik kuramın yeniden egemenlik kazanması ancak 1970’li yıllarda mümkün olabilmiştir. Bu tarihten sonra Neo-Klasik iktisat tartışılmaz bir egemenlik kurmuş, koyu ve derin bir piyasa inancının hâkimiyeti sağlanmıştır(Berksoy T.).
1990’lı yıllarda yaşanan olumsuz gelişmeler (Başlıca; sorunlu piyasalar, büyüme beklentilerinin gerçekleşmemesi, her ülkede aynı reçetelerin işe yaramaması, devlet ve piyasa çatışmaları, kurumsallaşma sorunları, finansal serbestliğin olumsuz yan etkileri, yolsuzluklar, gelir dağılımı adaletsizliği ve artan yoksulluk) nedeniyle, İkinci Nesil Washington Uzlaşmasına gerek duyulmuştur.
İkinci Nesil Washington Uzlaşması “Kurumsal Yönetişim, Yolsuzlukla Mücadele, DTÖ Anlaşmaları, Finansal Kurallar ve Standartlar, Sermaye Hesaplarının Serbestleşmesi, Aracısız Kur Rejimi, Merkez Bankası Bağımsızlığı, Enflasyon Hedeflemesi, Esnek İş Gücü Piyasaları, Sosyal Güvenlik Ağları ve Yoksulluğu Azaltma” maddeleriyle güncellenmiştir(Rodrik D.).
Neo-Liberal Washington Uzlaşmasının finansal küreselleşmenin faydalarını savunan ve finansal sermayenin aşırı büyümesine neden olan politikaları, 2008 Küresel Finans Krizi ile başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünyaya pahalıya mal olmuştur. Finans sektörü (Wall Street) için iyi olanın Reel Sektör (Main Street) için de iyi olduğu tezi 2008 Krizinde çökmüştür.
Ne yazık ki, Neo-Klasik kuramın yerini alabilecek aynı Formel tutarlılıkta bir kuram ortada olmadığı için çare yine sistemin kendisini onarmasında aranmıştır. En azından, Neo-Klasik Kuramın fetişistik biçimde denge kavramına yönelik inancının, günümüzün ekonomik koşullarında geçerliğinin olmadığı ve piyasa ekonomisinin denge odaklı olmaktan ziyade içsel dengesizliklere daha açık bir sistem olduğu ortaya çıkmıştır.
Günümüz koşullarında, dünyanın bir ucundaki olgulara dakikalar hatta saniyeler içinde erişim sağlanabildiği internet dünyasında, geri besleme ve beklentilerin birbirlerini etkileme sürelerinin ne denli kısaldığı düşünülürse, doğrusal olmayan (non-lineer) süreçleri ve düzensizliği (entropi) daha çok dikkate alan yönelimlere ihtiyacımız olduğu açıktır.
Yukarıdaki tespit kapsamında, finans sektöründe beklentilerin enformasyonla çok daha hızlı değişebildiği, sürü etkilerinin daha sık görüldüğü göz önüne alınırsa, aşırı finansallaşmış küresel ekonominin içsel dengesizlik potansiyelinin ne kadar yüksek olduğu ve Neo-Klasik denge odaklı yaklaşımın da ne ölçüde yetersiz kaldığı anlaşılır.
2008 Krizini ve krize yol açan etmenleri bu açıdan yorumlamak gerekir. Aşırı finansallaşmış ve finansal sermayenin reel sektörden çok finans piyasalarına yöneldiği bir sistemde, Keynes’in reel sektör ağırlıklı bahsettiği içsel dengesizlikten çok daha fazlası söz konusudur. Beklentiler uzun vadede değil çok kısa bir vadede etkili olmaya başlar. Beklentiler arasındaki geri bildirim ilişkileri daha güçlü etki yaratır, risk ile belirsizlik arasındaki ayırım daha önemli hale gelir(Erol Ü.).
2008 Krizinin gelişiminde birbirini besleyen beklentilerin gayrimenkul piyasalarında ve borsada yol açtığı Spekülatif köpükler, CDS ihraç edenlerin risk ile belirsizlik arasındaki ayırımı kavrayamamaları ve geri ödememe risklerinin sürü etkilerinin devreye girdiği bir ortamda, matematiksel olarak önceden yeterli biçimde saptanamaması ve gayrimenkul piyasasındaki risklerin sahipsiz kalması büyük rol oynadı. Bütün bunlar olurken, akademik dünyanın büyük bir bölümü ile ekonomi ve politikadaki karar vericiler, olaylara baktıkları Neo-Klasik gözlükle piyasaların kendi içindeki yanlışlıkları düzelteceğini ve sistemin kendi iç dengelerini otomatik olarak bulacağını söylüyor, finansal kesimdeki denetimleri de azaltmada bir beis görmüyorlardı. Bunun vahim bir yanlış olduğu, gerçekte sistemin içsel dengesizliğe çok yatkın hale geldiği gözlerden kaçtı ve dünya genelinde ağır maliyetlere neden oldu (Erol Ü.)
2011 de yazdığımız kitabımızda(Erol Ü. ve Sinanoğlu R.) belirttiğimiz gibi parasal kaynakların reel sektör yerine finansal sektöre yönelmesi, Spekülatif balonların oluşmasına büyük katkı sağladı. Kriz sonrasında esas sorulması gereken soru: Aşırı finansallaşmanın önüne nasıl geçilebilir? Paranın finansal sektör yerine tekrar reel sektöre yönelmesi nasıl sağlanabilir? Olmalıydı.
Şüphesiz, kendi oyun sahasında elde ettiği orantısız kazançlar devam ettiği sürece, aşırı büyümüş finansal sermaye reel sektörde tatmin edecek göreli getiriler bulamayacağı için sorunun kolay bir cevabı olmayacaktır.
2008 Krizinde çöken bir finansal sistemi küresel ölçekte tekrar işler hale getirmek için kurtarma (bilançoları düzeltme) ve tüketimi yeniden canlandırma (parasal genişleme) ağırlıklı bir programa başvurulmuş ve uygulanırken ortaya çıkabilecek olası riskler büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Bankaların, bilançolarındaki sorunlu ve batık kredilerden kurtularak yeniden piyasaları düşük faizli fonlamaları için verilen destek, eş zamanlı piyasa ekonomisinin yapısal gereklerine ve fırsat eşitliği adaletine önemli zararlar vermiştir.
2008 krizini yaratan nedenlerin halen varlığını koruduğu ve sosyal sorunların artarak devam ettiği on bir yılın sonunda, en zengin 2 bin kişinin serveti, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden (dünyanın %60’ı) daha fazladır (OXFAM 2020 Raporu). İşlerin yoluna koyulduğu zannedilirken, dünya kriz öncesinden daha büyük ekonomik ve sosyal kırılmalara aday hale gelmiştir.
Finansal düzenlemeleri gevşetmek ve sermayenin sınırlar arasında hareketli olmasını sağlamak nasıl devletlerin tercihiyse, devasa bir küresel mali krize rağmen bu politikalara hiç dokunmamak da bir tercih olmuştur(Rodrik D.)
Teorik zeminde ayrışan liberalizm ile merkantilizmin kaçınılmaz işbirliği nedeniyle, piyasa ekonomisi az ya da çok devlet müdahalesi altındadır. Eksik rekabet içeren melez modellerin her birine piyasa ekonomisi denilebilmektedir. Açık toplum ve açık ekonomiyi bir arada var eden bireysel özgürlüklerin ihlal edildiği ülkelerin yönetimlerine demokrasi denilebildiği gibi.
Küreselleşme politikaları, ulus devlet çıkarları ile uzlaşmak zorundadır. Açık ekonomilerde, her ülkenin politik yaklaşımı kuşkusuz diğerlerini etkiler. Ülkelerin bir diğerine ihtiyacı olduğu varsayılır ve küresel ortamdan ortak fayda beklenir. Küreselleşmeden elde edilen daha az faydanın küresel politikalar kadar ülkelerin kendi politikalarından da ileri geldiği bir gerçektir.
Kısaca, tek bir ekonomiden bilimsel referansları şüpheli çok sayıda reçete üretilir. Kötü örneklerin olumsuz sonuçlarına şahit olunduğunda, kapitalizm sözcüğünün oldukça özensiz ve bilinçsiz olarak (vahşi kapitalizm gibi) kullanıldığı da bilinir. Bu da Neo-Klasik uygulamaların matematiksel alt yapısından ve temel ögesi insan olmasına karşın ihmal edilmiş sosyal bilim olma gerçeğinden kaynaklanan sorunlarının, bilimsel ortamlarda tanımlanma ve çözüm üretme arayışlarını zedeler.
Neo-Klasik iktisat ile ilgili eleştiriler “sistem dışı ve sistem içi” olarak iki grup altında özetlenebilir. Piyasa sistemini bütünüyle ret eden Marksizm kaynaklı eleştiriler sistem dışı eleştiri türünün en önemli örneğidir. İkinci grup eleştirilerde ise sistemin ve kuramın bütünüyle terk edilmesi yerine doğru yollara sevk edilmesi bilinci egemendir ve en önemli örneği de Keynesgil iktisattır(Berksoy T.).
Keynes, 1930 ekonomik buhran döneminde devlet müdahalesine duyulan ihtiyacı meşrulaştıran teorisiyle ün yapmıştır. Keynes, kriz ortamında tam istihdam dengesinden hızla uzaklaşabilen piyasa ekonomilerinde, kamunun iş işten geçmeden mali ve parasal yöntemlerle devreye girerek büyük çaplı işsizliğin neden olacağı sorunların önüne geçilebileceğini savunmuştur. Şüphesiz, Keynes’i Neo-Klasiklerden ayıran hususlar, parasal ve mali önlemlerle ekonomiyi canlandırmaktan daha fazladır.
Buhran döneminde etkili olan Keynesçi politikalar, 1970’lerin enflasyon şoklarına çare bulamayınca ve 1973’ten sonra ekonomi yeniden düşüşe geçince, sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, açık ve serbest piyasaları sadece ekonomik faaliyetleri örgütlemenin en etkin yolu olarak değil, bireysel özgürlüğü güvence altına almanın da bir yolu olarak gören Hayek’in dönemi başlamıştır. Monetarizm olarak bilinen ekonomi teorisinin sahibi Freidman’ın tezlerinin de etkisinde, Neo-Liberal yaklaşım yeniden piyasalara egemen olmuştur.
Özellikle, kriz dönemlerinde (2008 Finans Krizinde olduğu gibi) makroekonomik istikrar için Keynesçi müdahaleci politikalar mı? Yoksa Hayekçi müdahale etmeme yaklaşımı mı gereklidir? Sorusu; ekonomi yönetimlerinin ajandalarının ilk sırasında yer almaktadır. Ancak, ekonomi yönetimlerinin her iki modele yükledikleri farklı anlamlar ve uygulama yetenekleri de her zaman tartışılır olmuştur.
Küreselleşme ne teslim olunacak, ne de vazgeçilebilecek bir olgudur. Bazı ülkeler ulusal çıkarlarını önceleyen reçetelerle, ortak akılda küresel politikalarla uzlaşan modeller geliştirmeyi başarabilmişlerdir. Bazıları da başaramayarak ayrışmışlardır. Her durumda, küreselleşmenin ulus devlet anlayışını güçlendireceği tezini savunanlar bugün haklı çıkmışlardır. Ulus devlet anlayışı eskisinden daha güçlü olarak ayaktadır.
21. yüzyılın görünen gelişmeleri dikkate alındığında, ekonomik ortaklıkların daha çok taraftar bulacağı, siyasal işbirliklerin daha gevşek olacağı ve ulus devlet gerçeğinin göz ardı edilmeyeceği bir küreselleşme dönemini öngörmek yanlış olmayacaktır.
Daha iyi bir dünya yaratma amacından giderek uzaklaşan küresel ekonomide, aşırı finansallaşmanın ve borçlanmanın getireceği küresel kriz tehdidini en aza indirgeyecek ve finansal sermayenin tekrar reel sektöre yönelmesini sağlayacak Regülasyonlar üzerinde çalışılması öncelikli ihtiyaçtır.
Küresel markaların yaygın tüketim ve katma değer yaratma politikaları gereği gelişen ülkelere kaydırdığı reel üretimler, ilerleyen zamanda güç kayması olarak algılanarak (ABD, Çin Ticaret Savaşlarında olduğu gibi) geri çağrılma eğilimine girilirse, küreselleşmenin başat uzlaşma zemini ortadan kalkacaktır. Söz konusu gerçeklik, gecikmeden üzerinde çalışılması gereken diğer önemli konudur.
Küresel ölçekte dokunulmazlık kılıfı sunabilen offshore araçlara yönelik yasal düzenlemeler de eşanlı etkinleştirilemezse, sadece vergi hedefli ekonomik temeller değil fırsat eşitliği ve şeffaflık vaat eden demokrasiler de büyük zararlar görecek ve Küreselleşmenin daha iyi bir dünya yaratma kaygısı taşımadığı kanaati yaygınlaşacaktır.
__________________________________________________________
Berksoy T. “Kapitalizmin Serüveni”; Aktaran: Erol Ü, Sinanoğlu R. “21.Yüzyıl Kapitalizmi: Global Finans Krizinin Kuramsal Ekonomi ve İşletme Yönetimi Açısından Yapısal Analizi” Beta Yayıncılık, İstanbul Ekim 2011, S:XI-WVI
Erol Ü. “21. Yüzyıl Kapitalizmi” a. g. e. , S: 317-352
Rodrik D. ”Goodbye Washington Consensus, Hello Washington Confusion? A Review of the World Bank’s Economic Growth in the 1990s: Learning From A Decade of Reform” Journal of Economic Literature, XLIV December 2006, 973-987
Rodrik D. ”Daha Adil, Daha Makul Bir Küresel Ekonomi Mümkün mü?” Bkz Yayıncılık, İstanbul Eylül 2019; Kitabın Özgün İsmi: “Straight Talk on Trade: Ideas for a Sane World Economy”, 2017
Sinanoğlu, R. “Küreselleşmenin Getirdiği Ulusallaşma”Dünya Gazetesi Temmuz 2000, Aktaran; Sinanoğlu R. “Yoksulluk Tuzağı; Kapalı Toplum, Kapalı Ekonomi”, Dünya Yayıncılık A.Ş. Birinci Basım, İstanbul 2004, S: 85-87
Thornton P. “Büyük Ekonomistler; Düşünceleriyle Yaşam Tarzımızı Değiştiren On Ekonomist”, İş Bankası Kültür Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Ekim 2017; Kitabın Özgün İsmi: “The Great Economists; The Economists Whose Thinking Changed The Way We Live”, HBS Press, USA 2003