Çin Ekonomisi Neden Tehdit Değildir?

Uzun yıllar, dünyayı üzerinde çeşitli bayrakların dalgalandığı toprak parçası zannettik. Coğrafi sınırları olan uluslar tarafından paylaşıldığı yanılgısına düştük. Oysa, dünya; coğrafi sınırları olan topraklar kadar, aralarında sınırlar olmayan zihinlerden meydana gelen bir oluşumdu. Dünyayı bu şekilde algılayanlar zihinlerin peşinde, diğerleri ise toprakların peşinde koştular.

Dünyayı toprak coğrafyası zannedenler, sınırlarını ticarete ve bilgiye kapadılar. Kurguladıkları kapalı toplum modelleriyle, farklı değerlerin rekabetine izin vermediler. Giderek evrensel değerlere yabancılaşan, kendinden menkul ulusal değerlerle zihinleri tutsak etmeye çalıştılar.

Dünyayı zihinler coğrafyası olarak algılayanlar ise sınırlarını ticarete ve bilgiye açtılar. Tercih ettikleri açık toplum modelleriyle, farklı değerlerin rekabetine izin verdiler. Sürekli daha üstün evrensel değerler yaratmaya ve zihinleri fethetmeye yöneldiler. Küreselleşmenin dünya ile birlikte varolduğunun bilincindeydiler. Misyonerlik bu bilincin ilk organize iletişim örgütüydü. Ulaşım ve iletişim alanlarındaki teknolojik gelişmeler dünyayı küçülttü. Dünyanın zihinler coğrafyası olduğu kanıtlandı.

Kapalı rejimleri, kendi toplumları yıkmıştır. Toplumların zihinleri, kendinden menkul ulusal değerlerle uzun süre tutsak edilememişlerdir. Haberdar olduğu süratte evrensel değerlere ulaşmak isteyen kapalı toplumlar, tercihlerini kısıtlayan duvarları yıkmışlar ve yönetimlerini değişime zorlamışlardır. Evrensel değerleri ihraç eden ülkeler bayraklarını topraklara değil, zihinlere dikmişlerdir. Bugün azgelişmiş ülke vatandaşlarının Amerika’da ya da Amerikalı gibi yaşamak istemeleri bu demektir.

Kendi değerleriyle ve düşük profilli hizmet seviyeleriyle yetinen toplumlar yarattığını zanneden ülkeler, yanıldıklarını anladıklarında geç kalmışlardır. Tipik kapalı toplum modeli olan Çin de en az elli yıl geç kalmıştır.

Kendi ülkesinde üretilmeyen evrensel değerleri tüketmeye aday ülkeler dünya ekonomisini tehdit edemezler. Çin, batı değerlerini tüketmeye ve söz konusu değerlerin üretilmesinde taşeron olmaya adaydır. Diğer taşeronlar için ciddi bir rakiptir. Ancak, değer üreten ülkeler için tam ihtiyaçları olduğu dönemde ortaya çıkmış mükemmel bir pazardır. Kısacası, Çin boyutu ve gelişme hızı dikkate alındığında dünya ekonomisi için fırsattır.

Üretilen değerlerin zihinlerdeki taşıyıcıları “marka”lardır. Markaların yansıttığı değerlere ulaşmak isteyen tüketim toplumları, önlenemez bir isteğin peşindedirler. Çin’in marka sahibi ülkeler arasında yer alma süreci ise daha yeni başlamıştır. Henüz vatandaşlarının iltifat ettiği değerleri üretemeyen Çin’in, kendi markalarını yaratacağı ve fiyatlandıracağı günlere kadar dünya ekonomisi ve güç haritasını tehdit ettiğinden bahsedilemez.

Çin’in oldukça agresif yöntemlerle taşeron ülkelerle rekabete girdiği doğrudur. Fason ve “no name” ürünlerde fiyat rekabetiyle ve gayri ticari davranışlarla üstünlük arayışındadır. Çinlilerin istenmeyen davranışlarıyla mücadele edilmesi her ülkenin gündemindedir. Bu mücadele doğaldır ve devam da edecektir. Ancak, Çin çok geçmeden kalitesini öne çıkarmak zorunda kalacak ve değer yaratma sürecine zarar verecek istenmeyen davranışlardan kendisi kaçınmaya başlayacaktır. Diğer yandan, maliyet kaygısı olmadan yürüttüğü subvansiyonları uzun süre devam ettirmesi de ekonomik açıdan olanaklı değildir.

Kısacası, uluslararası ticari anlaşmaların öngördüğü tedbirlerin ötesinde Çin’e pozisyon almak yanlış ve yersizdir. Diğer yandan, dünyaya açılmak isteyen ve WTO üyesi olan Çin’in,  taahhütleri gereği 2005 yılından itibaren kurallara uygun üretim ve ticaret süreçlerine sahip olmak zorunda kalacağı da açıktır.

Türkiye’nin yaklaşık yirmi beş yıl daha erken başladığı taşeronluk serüveninde elde ettiği birikimle Çin’den korkması değil, Çin ile ticaret yapmanın olanaklarını yaratması gerekir. Çin pazarı, markalaşmaya çalışan Türkiye için fırsat olmalıdır. Kişi ve kurumların bakış açıları, kendilerine güvenleri ve oluşumu doğru okuma yetenekleri Çin’in tehdit yerine fırsat algılanmasında belirleyici olacaktır.

Yazımı bir başka konuya da değinmeden bitirmek istemiyorum. Sn.Babacan, bana göre kabinenin en tutarlı ve yararlı üyelerindendir. Ancak, Sayın Bakanın “enflasyon düşerken büyümeyi gerçekleştirdiğimiz için literatüre geçeceğiz” tespiti doğru değildir. Ekonomi biliminde, enflasyon düşerken büyüme olmaz diye bir akademik ispat yoktur. Enflasyonu düşürmek için öngörülen sıkı para politikaları yerleşik alışkanlıkları zorlayınca kısa dönemde ekonomi küçülebilir. Düşüş kalıcı algılandığında ise istikrar belirtileri ortaya çıkar ve büyüme yeniden gerçekleşir. Büyüme mi, enflasyon mu sorusunun yanlış bir soru olduğunu defalarca yazdım. Dünya ekonomisinin büyümesine katkı sağlayan gelişmiş ülkelerin hiç birinde, büyüme ile düşük enflasyon stratejileri çelişmemiştir.